PEYGAMBERLERİN DAVETLERİNİN ÖZELLİKLERİ
Davetin Şekilleri Ve Özellikleri
Peygamberlerin Davetlerinin Özellikleri Nelerdir?
4. Fetanet (Zeki ve Akıllı Olma):
5. Nefret Verici Kusurlardan Uzak Olma:
İKİNCİ BÖLÜM
PEYGAMBERLERİN
DAVETLERİNİN ÖZELLİKLERİ
Davetin
Şekilleri Ve Özellikleri
Peygamberlerin
Davetlerinin Özellikleri Nelerdir?
Peygamberlerin
(Allah’ın salât ve selâmı onların üzerine olsun)
davetlerinde bulunan
en önemli özellikleri ve şekilleri kısaca şöyle Özetleyebiliriz:
1.
Peygamberlerin daveti Rabbanidir. Yani onların daveti, Şanı Yüce Allah’tan
gelen teklif ve vahiy iledir.
2.
Peygamberler, Peygamberlik görevini yaparken insanlardan bir ücret istemeyip
aksine ücretlerini yalnızca Allah’tan istemeleri,
3. Sırf
Allah’ın rızasını kazanmak için uğraşmaları ve ibadeti, yalnızca Şanı Yüce
Allah’a yapmaya çağırmaları
4. Davette
kolaylık göstermeleri, zorluk göstermemeleri veya sözü anlaşılır bir şekilde
söylemeleri.
5. Peygamberlerin,
davetinde mevcut olan hedefi ve amacı insanlara açıklamaları.
6. Dünyada
zühd hayatı yaşamaları ve ahireti, dünya haya-tma tercih etmeleri.
7. Tevhid
akidesini insanların arasına yerleştirmeleri ve gayba iman konusunu
sağlamlaştırmaları.
İşte bunlar,
Peygamberlerin davetinde bulunan özelliklerin £n önemlileridir. Bu
Özelliklerden her birini izah ederek açıklamaya çalışacağız. Allah,
kendisinden yardım istenilendir.
[1]
Birinci
Özellik:
Peygamberlerin
davetinin Rabbani oluşuna gelince, bununla anlatılmak istenilen şudur:
“Peygamberlerin daveti, Şanı Yüce Allah’tan gelen teklif ve vahiy iledir.
Zira Peygamberlerin bu daveti, insanların yaşadığı üzüntü verici halleri
araştırma veya onların düşüncelerinin incelenmesi sonucu olmadığı gibi
insanların yaşadıkları zamanda ortaya çıkmış zulüm, bağy, sapma ve zorbalığın
sosyal unsurlarında bir sonucu da değildir… Bunların aksine Peygamberlerin
daveti, Allah’tan gelen bir vahy ve Şanı Yüce Allah’tan gelen bir teklif iledir.
Buna göre Peygamberlerin getirdiklerinin hepsinin kaynağı vahiydir. Çünkü Yüce
Allah’ın insanlara gönderdiği her Peygamber şöyle soy temekteydi:
“Ben ancak bana
vahyolunan şeye uyarım.”[2]
Bu ayeti kerimeden[3] de
anlaşıldığı üzere; Peygamberler i-çin, Şanı Yüce Allah’tan kendilerine
vahyolunan emirleri ve yasakları insanlara tebliğ etme vardır.
Üstad Ebu’I-Hasen
en-Nedvi (Allah onu her türlü kötülüklerden korusun) “en-Nübüvvet
ve’1-Enbiyâ” adlı kitabında konuyla ilgili olarak şöyle der:
“Seçkin kimselerin
en önemlileri ve ilkleri, Peygamberler topluluğudur. Zira onların, insanların
arasına yaydıkları ilim, davet ettikleri akide, insanların arasına
yerleştirmeye çalıştıkları dava; onların, zekalarından, izzet-i nefislerinden
veya i-cinde yaşadıkları hayatın, ihmal ettiklerini araştırmalarından yahut
önemli hissi duygularından ve feyizli kalplerinden veya hikmet dolu geniş
tecrübelerinden kaynaklanmaktadır. Kısacası bunların hiçbirisi değildir.
Bunların aksine onların davet ettikleri akide ve insanların arasına
yerleştirmeye çalıştıktan davanın kaynağı, vahiy ve rİsâlettir. Çünkü
Peygamberler, bunun için seçilmiş ve bununla değer kazanmışlardır… Bundan
dolayıdır ki Peygamberler; filozoflarla, liderlerle, ıslahatçılarla ve
insanlığın, düzgün tarihi ile uzun savaşları sonucu yetiştirilen ileri
gelenlerinin oluşturduğu sınıfların hiç biriyle ölçülemezler. Çünkü filozof,
lider ve ıslahatçıların yaptıkları; içinde bulundukları konumlarının bir
sonucu, hikmetlerinin bir fidanı, çevrelerinin bir yankısı ve yaşadıkları
toplumlardaki anarşi, bozgunculuk vb. hareketlere karşı koyma şeklinde ortaya
çıkan bir harekettir… Bu iki topluluk arasındaki ayırıcı sözü, Kur’ân-ı
Kerîm, Peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.v)’in lisanıyla şöyle
açıklamaktadır:
“(Ey Muhammed!)
Deki: ‘Eğer Allah dileseydi, Kur’an-ı size okumazdım. Hiçbir suretle de size
onu bildirmezdi.’ Ben, bundan Önce içinizde bir ömür boyu yaşamıştım. Siz hala
aklınızı kullanmayacak mısınız?”[4]
Yine Yüce Allah
Kur’ân-ı Kerîm’inde konuyla ilgili olarak şöyle bu vurmaktadır:
“işte böylece
(senden Önceki Peygamberlere veya sana nitelediğimiz şekliyle vahiy
halleriyle) sana da buyruğumuzdan bir ruh[5]
vahyettik Sen, kitap nedir? İman nedir? (vahiyden önce) bilmezdin. Fakat Biz,
onu (Kur’ân-ı Kerîm’i), kullarımızdan dilediğimizi doğru yola eriştirdiğimiz
bir nur kıldık. Şüphesiz ki sende dosdoğru bir yol (olan İslam)a davet etmektesin.”[6]
Yine Kur’ân-ı Kerîm,
risalet için seçilmiş Peygamberlerin asaletinin tabiatı, başlangıcı ve kaynağı
hakkında şöyle açıklamada bulunmaktadır:
“O (Allah), kendi
emriyle kullarından kimi dilerse ona ruhfvahiy) ile ‘Benden başka hiçbir ilah
olmadığım inzar edin, benden sakının’ diye melekleri indirir.”[7]
İşte bundan dolayı
Peygamberler, dahili kişisel unsurlara veya harici-tarihseF olaylara boyun
eğmezler. Zira şartlar, durumlar, şekiller ve toplumsal olaylar değiştiği
halde Peygamberlerin risâletinde bir değişme söz konusu değildir. Yüce Allah,
Resulullah (s.a.v)’e dair şöyle buyurmaktadır:
“(0), kendi arzu
ve isteğine göre söz söylemez. Onun konuşması ancak kendisine vahyolunan bir
vahiy iledir.”[8]
Bu ayette de görüldüğü
üzere; Hz. Peygamber (s.a.v), (ve diğer Peygamberler,) risâletinde ve Allah’ın
hükümlerinde bir değiştirme, tahrif etme, eksiltme ve bunları düzeltip daha iyi
bir şekli koymaya güç yetiremez. Sadece kendisine vahyolunana tabi olmakla
mükelleftir. Yüce Allah, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)’e bu konuda hüccet
olması sebebiyle telkin ederek şöyle buyurmaktadır:
“(Ey Muhammedi
Senden, Kur’an-ı değiştirmeni ve onun yerine başkasını getirmeni isteyenlere: ‘Onu
kendiliğinden değiştirmem, benim için olmayacak şeydir. Ben, bana vahyolunandan
başkasına tabi olmam. Eğer Rabb’ime isyan edersem şüphesiz büyük gün (olan
Jayametjin azabından korkarım ‘ de.’
İşte buraya kadar
anlatılanlar; Peygamberler ile filozoflar ve büyük kimseler arasında ortaya
çıkan temel farklılıkları göstermektedir. Zira Peygamberlerin risâleti,
mücadeleleri, savaşları, çevreleriyle olan durumları, kültürleri ve sünnetleri
vardır. Filozof ve büyük kimseler ise devamlı olarak çevreyi, toplumu, şartları
ve durumları gözden geçirip menfaati ve politikayı gözetirler. Politika ve
menfaati ilgilendiren durumların ve şartların çoğuna da boyun eğerler. Bundan
dolayı çıkarları ve menfaatleri için bir çok konularda mücadele ederler, gruplarla
pazarlık ederler ve bir çok şeyi menfaat sağlayacak şeylerle değiştirirler ve
çoğunun sarıldığı temel prensip ise: “Zaman nasıl dönerse sen de Öyle
dön” yani zamana göre hareket et.”[9]
Buna göre Ebu’I-Hasen
en-Nedvi’den aldığımız bu alıntı; filozofların, büyük kimselerin ve
ıslahatçıların davasının aksine para, mevki, makam, yöneticilik gibi önemli
olan konularda, davasından vazgeçmesi şartıyla pazarlığı kabul bile etmeyen
peygamberin gidişatnıdaki ve metodundaki net ve açık farkı bize
açıklamaktadır…
Müşrikler de,
Resulullah (s.a.v)’a, cömert tekliflerde bulunmuşlardı ki bunlardan bazıları
şunlardır:
1.
Müşrikler, davasını terk etmesi karşılığında Resulullah (s.a.vye; kendilerinin
üzerine hükümdar olmasını,[10]
2. Mekkeli
kadınlardan dilediği ve istediğiyle evlendireceklerini,[11]
3. Kendilerine
ait değerli mallarını ona vereceklerini,[12]
4. Mal ve
kıymetli ticaret eşyalarından dilediğini kendisine vereceklerini söylüyorlardı.
Bunun karşılığında
ondan; ilahlarını kötülemekten ve taş ile bakırdan yapılmış putlarıyla da alay
etmekten vazgeçmesini istiyorlardı. Resulullah (s.a.v)’in onlara cevabı ne
oldu? Ve Resulullah (s.a.v)’in doğruluk payı neydi? Doğrusu Resulullah (s.a.v),
onların bu tekliflerine karşı zamanı durduracak şu sözleri söylemiştir:
“Allah’a yemin
ederim ki, bu davayı bırakmam için güneşi sağ elime ve ayı da sol elime koyacak
olsalar bile, Allah bu davayı tastamam ortaya çıkarmadıkça bu davadan
vazgeçmem yada bu davanın yolunda helak olur giderim!!”
[13]
İkinci
Özellik:
Hz. Peygamber
(s.a.v)’in davetlerinin ikinci özelliğine gelince ise o da; Onların, hiç bir
kimseden bir ücret istememeleri ve Peygamberlik görevini tebliğ etmede
insanlardan bir değer ve para kabul etmemeleridir. Zira onlar, mükafatı ve sevabı
yalnızca şanı yüce olan Allah’tan isterler. Peygamberlerden her biri aleni ve
açık olarak kavmine ve kavminin ileri gelenlerine, davetine karşılık
kendilerinden bir ücret istemediğini ilan etmekte ve davetinin dünyalık bir
istek veya mal isteğinde olmadığını bütün açıklığıyla ve netliğiyle
açıklamaktaydılar.
Kur’ân-ı Kerîm, bu
konuda, Hz. Hûd (a.s)’m, kavmine şöyle hitap ettiğini açıklamaktadır:
“Ey kavmim! Ben
(Allah’ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ etmek için) bu tebliğe karşılık
sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait
değildir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?”[14]
Yüce Allah, bu
hakikati, Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v)’e de, açık ve net bir
şekilde şöyle bildirmektedir:
“(Ey Muhammedi
Onlara:) ‘Bu (tebliğime ve uyanlarıma) karşılık sizden bir ücret istemiyorum.
Sadece Rabbine doğru bir yol isteyen kimseler olmanızı istiyorum’ de.”[15]
Yine Şanı Yüce Allah,
Kur’an’m bir başka yerinde, Resulullah (s.a.v)’e, davetiyle ilgili olarak şöyle
demektedir:
“(Ey Muhammedi
Onlara:) ‘Bu (tebliğime ve uyarılarıma) karşılık sizden bir ücret istemiyorum
Ve ben, kendiliğimden bir şey teklif edenlerden de değilim.”[16]
Böylece Peygamberlerin
hiçbir kimseye maddi kazanç veya dünyevi kazanç maksadıyla davette
bulunmadıklarını görmekteyiz. Zira Onlar, kavimlerindeki hiçbir kimseden bir
ücret istemediklerini, ücretlerini ancak Allah’tan istediklerini ilan
etmektedirler. Davetlerinde, işi ihlasla yapmaktalar. Nasihatlerinde ve
irşatlarında ise övgü ve methiye istememektedirler. Sadece Ahiret sevabını ve
Allah’ın rızasını arzulamaktadırlar. Yüce Allah bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’inde
şöyle buyurmaktadır:
“Artık her kim,
Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel işlesin ve Rabbine ibadette, hiçbir şeyi
ortak koşmasın.[17]
Üçüncü
Özellik:
Peygamberlerin
davetlerinin üçüncü özelliğine gelince o da; Sırf Allah’ın rızasını kazanmak
için uğraşmak ve ibadeti yalnızca Şanı Yüce Allah’a yapmadır. İşte bu, bütün
Peygamberlerin her asır ile her zamanda ve her durum ile her mekanda davet ettikleri
en önemli gayedir, Çünkü Peygamberlerin gayesi; zayıf olarak yaratılan
mahluku, kendisini yaratana döndürmeleri ve insanların yönünü, kullara
kulluktan kurtarıp Şanı Yüce Rab’lerine ibadet etmeye yöneltmekti. Yüce
Allah’ın şu sözü de bunu doğrulamaktadır:
“Halbuki
kendilerine kitap verilmiş olanlar, doğruya yönelerek dini yalnız Allah’a
mahsus kılarak O’na kulluk etmek, namaz kılmak ve zekat vermekle -Müslüman
olmaları-emrolunmuşlardı. İşte bu, en doğru dindir.”[18]
Allah bütün
Peygamberleri, bu yüce ve kutsal olan “Tevhid davası” ile ibadet
yoluyla niyeti ve ameli yalnızca yüce olan Allah’a mahsus kılmak için
göndermiştir. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle
buyurmaktadır:
“Senden önce
hiçbir Peygamber göndermedik ki ona, ‘Benden başka ilah yoktur; şu halde bana
ibadet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.”.[19]
Büyük Üstad Ahmed Şah
Veliyullah ed-Dihlevî, “Hüccetullah Baliğa” adlı kitabında konuyla
ilgili olarak şöyle der:
“Her zaman ve her
şartta Peygamberlerin davetlerinin ilki ve en büyük amaçlan; Yüce Allah
konusunda “akideyi düzeltmek ve “kul ile Rab arasındaki bağı
sağlamlaştırmak” ve “din ile ibadeti”, bir olan Allah’a mahsus
kılmaya çağırmak olmuştur. Bu da zararlı olanı faydalı kılmak, ibadeti, duayı,
sığınmayı ve kurban kesmeyi bir olan Allah’a tahsis etmektir… Onların
hamleleri; kendi zamanlarında mevcut olan taş ile bakırlardan yapılmış
putlara, diri yada ölü kimselerden Salih ve kutsanan zatlara tapmada bütün
açıklığıyla çeşitli şekillere bürünmüş putçuluğa yönelmiş olanları
durdurmaktı. Çünkü cahiliyyet dönemi halkı; Yüce Allah’ın, bu gibi kimselere,
şeref ve şan elbisesi verdiğine, onları bazı özel işlerde tasarruf sahibi
yaptığına, her bölgeye bir hükümdar gönderen ve o ülkeyi yönetme hususunda ona
görev verdiği hükümdarlar hükümdarı derecesinde kayıtsız-şartsız, onların,
kendileri hakkındaki şefaatlerini kabul ettiğine inanmaktaydılar.”[20]
Dördüncü
Özellik:
Peygamberlerin
davetlerinin dördüncü özelliğine gelince ise oda: Davette kolaylık
göstermeleri, zorluk göstermemeleri ve sözü anlaşılır bir şekilde
söylemeleridir.
Bu özellik, bütün
Peygamberlerin davetinde açık bir şekilde görülmektedir. Çünkü onlar,
davetlerini, insanların tabiatına uygun bir şekilde yürütürler. İnsanlara,
akılları miktarınca hitap ederler. Bazı büyük kimseler ile ıslahatçıların
yaptığı gibi davetlerini zorlaştırmayıp insanların anlayamadıkları veya idrak
edemedikleri şeyle insanlara hitap etmezler. Yahut sözleri, insanların
anlayabilecekleri bir şekilde söylerler… Peygamberler, büyük kimseler ile
ıslahatçıların aksine davet ve tebliğlerinde “Hikmet” yolunu
tutarlar. İşte bundan dolayı Kur’an, bunu, Peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed
(s.a.v)’in diliyle şöyle haber vermektedir:
“Ben,
kendiliğimden bir şey iddia eden kimselerden değilim.”[21]
Nitekim Rabbi, ona,
“Hikmet” ile insanları, Allah’a davet etmesini emretmektedir. Şanı
Yüce Allah bu konuda ise şöyle buyurmaktadır:
“(Ey Muhammed!)
Rabbinin yoluna, ‘Hikmet’le[22],
güzel öğütle[23] davet et. Onlarla en
güzel şekilde mücadele et; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi
bilir. O, doğru yolda olanları da iyi bilir.”[24]
Davetin başarılı
olabilmesi için;
1. Zanaat ve
meslek yöntemlerinden sakınmak,
2. İnsanları
davet etmede yahut onlara hitap etmede zorluk çıkartmamak,
3.
Büyük-küçük, bilen-bilmeyen her türden insanın anlayabileceği mantık ve akli
delil ile hüccetin getirilmesi gerekmektedir…
Hz. İbrahim (a.s),
keskin delillerini; yolların en kolayıyla, yolunu keserek ve delilleri beynine
vururcasma ortaya koyarak azgın ve zalim düşmanına karşı şöyle getirmektedir:
“İbrâhîm,
‘Şüphesiz Allah, güneşi doğudan getiriyor, sende batıdan getirsene’ dedi.
(İbrahim’in, meydan okurcasına ileri sürdüğü bu delil karşısında) inkar eden,
şaşırıp dona kaldı. Allah, zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.”[25]
Böylece zanaat ve
meslek yöntemlerinden, kelamı metodlardan ve zor işlerden uzak olarak
yaratılışa hitap eden “Yaratılış Yöntemi”nin, davet yolunda daha
başarılı olduğunu görmekteyiz.
Hüccetü’l-îslam İmam
Gazâlî (rh.a), bu konuda, şu çok güzel sözü söylemiştir:
“Kur’ani
deliller, her insanın faydalandığı gıdaların misâli gibidir. Kelamcılarm
delilleri ise birçok insanın faydalandığı ve çoklarının zarar gördüğü ilaçların
misâli gibidir. Kelamcılarm delillerinin aksine Kur’ani deliller, bebek ve
kuvvetli adamın faydalandığı suyun misâli gibidir. Diğer deliller ise kuvvetli
kimselerin bir defasında faydalandığı, başka bir defada ise hastalandığı ve
bebeklere kesinlikle fayda sağlamayan yiyeceklerin misâli gibidir.”[26]
İmam Fahreddin er-Râzî
de (rh.a) bu konuda şöyle der: “Kelami yöntemleri ve felsefi metodlan
araştırdığında, hastaya şifa vermediğini ve çoğu kimseyi sulamadığmı yani
derdine çare olmadığını görürsün. Fakat Kur’an metodunun, Allah’a en yakın yol
olduğunu gördüm. Benim gibi (böyle) tecrübe eden, benim bildiğimi bilir.”[27]
Beşinci
Özellik:
Beşinci özellik de
Peygamberlerin daveti hakkındadır. Bu da; davet hakkındaki gaye ve amacı
açıklamaktadır. Bundan dolayı bütün Peygamberler, insanları açık bir amaca ve
apaçık bir düşünceye çağırmakta olup davetlerinde şüphe ve gizlilik söz konusu
değildir… Yüce Allah, bu konuda, nebilerin ve Resullerin sonuncusu olan Hz.
Muhammed (s.a.v)’e hitaben şöyle buyurmaktadır:
“(Ey Muhammed!
Onlara:) İşte bu, benim yolumdur. Ben, bir delil ve hüccete dayanarak
(sizleri), Allah ‘a davet ediyorum.
Ben ve bana
tabi olanlarda (benim
sünnetime, slretime ve yoluma) davet ederler. Allah’ı tenzih ederim.
Ben, müşriklerden değilim’ de.”[28]
Burada da görüldüğü
üzere Peygamberlerin metodu açıktır ve onların davetleri, gündüzîeym öğle vaktindeki
güneş gibi ortadadır. İşte bundan dolayı Yüce Peygamber (s.a.v), konu ile
ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“Ben, sizleri,
gecesi, gündüz gibi aydınlık olan dosdoğru bir yol (olan İslam) üzere bıraktım.
Benden sonra hiçbir kimse ondan sapmaz, sapan ise helak olur.”[29]
Böylece
Peygamberlerin, insanları açık bir amaç ve şerefli bir gaye olan rabbani
risâlete davet ettiklerini görmekteyiz. Zira Peygamberler, davetlerinde;
maksatlarını ve amaçlarını gerçek ve hakiki şekliyle bilmeyen bazı büyük
kimseler ile filozofların durumu gibi, davetin arkasına gizlenmiş amaç ve gaye
ile eğrilmiş yolları tutmazlar.
[30]
Altıncı
Özellik:
Altıncı özellik de:
dünyada züht yaşantısı ve Ahireti, dünya hayatına tercih etmektir…
Bu özellik,
Peygamberlerin daveti için gerekli olan bir Ö-zelliktir. Buna göre
Peygamberlerin gayesi; dünyanın süsü ve ziynetiyle mal kazanmak değildir. İşte
bundan dolayıdır ki bütün Peygamberler, dünyada nimetlenmeye ve orada büyük
kimselerin yaşayışı şeklindeki bir yaşamaya güçleri yettiği halde, zor şartlar
ve sıkıntı içerisinde yaşamışlardır…
Buna rağmen onlar,
devamlı olanı (yani Ahiret hayatını), geçici olana (yani dünya hayatına) tercih
etmişlerdir. Çünkü onlar, “Allah katında olan daha iyi ve devamlı
“Kasas: 28/60) ve “Allah katında olan şeyler, iyi kimseler için daha
hayırlıdır” (Ali İmrân: 3/198)’ de geçenlere şüphesiz yekinen inanırlar
ve bilirler. İşte bundan dolayı onlar dünyada zühd hayatı yaşamışlar ve
Ahirette de makbul kimselerdendirler. Yüce Allah, Peygamberlerin efendisi olan
Hz. Muhammed (s.a.v)’e şöyle hitap etmektedir:
“Kendilerini
imtihan etmek için, dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlik verdiğimiz
kimselere sakın göz dikme! Rabbinin rızkı daha iyi ve daha devamlıdır.”[31]
Resulullah (s.a.y)’in
hanımları, Resulullah’tan, nafakalarını genişletmesini ve geçimlerini
artırmasını istemekle; dünyada bolluk, rahatlık ve güzel nimetler içerisinde
yaşamakta olan diğer kadınlar gibi hareket etmek istemişlerdir…[32]
Ayrıca onlar
Resulullah (s.a.v)’den, -bu, onların hayata göğüs germeleri için bir ders
olması gerekirken- kendileri için gökten bir serbestlik indirmesini[33]
istediklerinden dolayı Yüce Allah, peygamberine, hanımları serbest bırakmasını
şu sözüyle emretmiştir:
“Ey Peygamber!
Eşlerine şöyle söyle: “Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız
gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı,
peygamberini ve ahiret yurdunu İstiyorsanız bilin ki, Allah, içinizden iyi
davrananlara büyük bir mü kafat hazırlamıştır.”[34]
Bir adam Nebi
(s.a.v)’e geldi ve o’na: “Ey Allah’ın Resulü! Allah’a yemin.ederim ki,
ben seni, gerçekten seviyorum”, dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), o
adama:
– ‘Ne söylediğine
iyice bir bak!’ buyurdu. Adam sözünü Resulullah (s.a.v)’e üç defa tekrarladı.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) o adama:
‘Gerçekten
beni’seviyorsan, korunmak üzere fakirliğe hazırlan. Şüphesiz ki fakirlik, beni
sevene (dağdan ve tepeden) selin akması gibi varacağı yere süratle gelir.’
buyurdu.”[35]
Üstad Ebu’I-Hasen
en-Nedvî, “en-Nübüvvet ve’î-Enbiyâ” adlı kitabında konuyla ilgili
olarak şöyle der:
“Peygamberlerin
daveti, yalnıza dil ile ve yalnızca kendi ümmetlerine olmayıp aynı zamanda
sadece ahirete, ahireti dünyaya tercih etmeye ve dünyanın mal ve mülkü ile
kıymetinin değersizliğine de değildi. Onların daveti, hem kendileri için ve
hem de ümmetlerinin yaşantıları için, bir başlangıç ve bir yöntem idi. Ayrıca
onlar, ahirete iman edenlerin ve yaşantılarında davet üzere yürüyenlerin
ilkleriydiler. Bundan dolayı onlar dünyada önem vermeyen ve yalnızca ahirete
yönelen kimselerdi. Gerçekten de onlar, büyük makamlara ve (yaptıkları daveti)
tehlikeye sokacak yerlere de önem vermemişlerdi. Üstelik onlar, kendilerini,
davetleri yolunda adamışlardı….
Acaip konuları ortaya
çıkaran, nefisleri büyüleyen, kalpleri; büyüklük ve heyecan ile dolduran,
davet ve Peygamberlik yolunda yürüyenlere ışıklardan yüce bir ışık saçan Hz.
Peygamber (s.a.v)’in geçimi, kendi ve Ehli beytinin hayatı, tarih kitaplarında
ve nebevi siyerde bilinmektedir. Davetçinin şiarı ve devamlı olanı şöyle
demesidir: “Ey Allahım! Benim için sadece ahiret hayatı vardır, (dünya
hayatı yoktur).”[36]
Yedinci
özellik:
Peygamberlerin
davetlerinin yedinci özelliği ise, “İnsanların araşma Tevhid akidesini[37]
yerleştirme ve gayba iman konusunu sağlarnlaştırmasıdır.”
Bu, bütün
Peygamberlerin davetinde -gören gözler için-bütün açıklığıyla ve genişliğiyle
ortaya çıkan apaçık özelli k-lerdetı biridir. Zira onların hepsinin mücadeleler
inin temel noktası; insanların arasına “Tevhid akidesini” yerleşti
rme, gayba iman konusunu sağlamlaştırma, Allah’ın vahdaniy etini yani birliğini
ispat etmeye ve yaratıcının varlığım ortaya koymaya çalışmak olmuştur. Bundan
dolayı Peygamberlerden her biri, Peygamber olarak gönderildiği kavmini putçuluk
ve şirk tehlikelerinden sakındırmaya çalıştıklar mı görmekteyiz.
Onlar, gönderildikleri
toplulukları, Allah birlemeye davet etmekte ve ibadeti, putlara vb. şeylere
değil de ya lnızca O’na mahsus kılmaya çalışmaktadırlar. Sana Pe ygamberlerden
her birinin kıssalarını haber veren Kur’ân-ı Kerîm ayetlerini bir dinleyin!…
Tevhidin, onların davetlerinin nasıl temel noktası ve mücadelelerinin nasıl
gayesi olduğuna iyi bir bak?.. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Nuh (a.s)
hakkında şöyle haber verdiğini bulursunuz:
“And olsun ki
Nuh’u kavmine gönderdik. (Bunun üzerine Nuh onlara): ‘Ey kavmim! Allah’a ibadet
edin. Zira sizin, O’ndan başka ilahınız yoktur’ dedi. “[38]
Yine Kur’ân-ı
Kerîm’in, bu konuda Hz. Hûd (a.s) hakkında şöyle haber verdiğini bulursunuz:
“Ad milletine de,
kardeşleri Hûd’u (Peygamber) olarak gönderdik. (Hûd, onlara:) ‘Ey Kavmim!
Allah’a ibadet, e-din.Zira sizin O’ndan başka ilahınız yoktur’ dedi”[39]
Yine Kur’ân-ı
Kerîm’in, Hz. Salih (a.s) ile ilgili şöyle haber verdiğini görürsünüz:
“Semûd milletine
de, kardeşleri Salih ‘i (Peygamber olarak) gönderdik. (Salih, onlara): ‘Ey
kavmim! Allah’a ibadet edin. Zira sizin, O’ndan başka ilahınız yoktur’ dedi.”[40]
îşte Kur’ân-ı Kerîm,
bütün Peygamberlere dair bilgiyi, b i-ze, bu şekilde haber vermektedir. Zira
Peygamberlerin birle ş-tikleri temel nokta; insanları, Tevhide davet e
tmeleriydi. Hz. İbrahim (a.s)’a gelince ise en anlaşılır ve en açık bir şekilde
onun daveti, Tevhid ve mücadelesi ise putçuluk olmuştur. Böylece onun, kavmi
içerisindeki kimselerin akıllarını ve putlara tapanları akılsızlıkla
suçlamadaki sert çıkışı nın sebebi ortaya çıkmaktadır. Nihayetin de ise onu,
ateşin içerisinde yakmaya karar verdiler. Fakat Yüce Allah, onu, kavminin tuzağından
kurtarmıştır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Biz: ‘Ey ateş!
İbrahim ‘e karşı serin ve zararsız ol’ dedik. Kavmi ise O’na, tuzak kurmak
istedi. Fakat Biz, onları, hüsrana uğrayanlardan kıldık.”[41]
İşte böylece
Peygamberler ile kavimleri arasında ge rçek risalet ve Tevhid daveti etrafında
şiddetlenen mücadeleyi gÖ r-mekteyiz. Ama sonuç ise, Hakk’m zaferiyle,
Peygamberlerin galibiyetiyle ve yalancıların helak olmasıyla sonuçlanacaktır…
Yüce Allah bu konuda şöyle b uyurmaktadır:
“Andolsun ki,
Peygamber olan kullarımıza; ‘Onlar (dün-yada ve ahirette) şüphesiz (Allah
tarafından) yardım göreceklerine dair ve Bizim (tarafınıızdaki) ordumuzun
şüphesiz galib geleceklerine dair’ söz vermişizdir.”[42]
Bu beşeri üstünlük,[43]
kıyamete kadar gönderilecek olan e1çiler olan Allah’ın kullan ve hak
davetçileri için geçerlidir. Şanı Yüce Allah bu konuda şöyle buyurma ktadır:
Doğrusu Biz,
Peygamberlerimize ve müminlere, dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik
edecekleri (kıyamet) gününde de yardım ederiz. O gün zalimlere, Özür beyan
etmeleri (kend i-lerine) fayda sağlamaz. Lanet onlaradır. Yurdun kötüsü de onIaradrr.”[44]
Peygamberlerin
Sıfatları
Yüce Allah,
Peygamberleri; kendisiyle kullan arasında elçiler olmaları ve onları, büyük
emanet olan vahiy emanetini yüklenmeleri ile risâleti, kullarına tebliğ
etmeleri için diğer mahlukatı arasından seçmiştir… Allah’ın, yüce hikmeti,
onları; ahlak bakımından insanların en mükemmeli, ilim bakımından insanların en
üstünü, soy bakımından insanların en şereflisi ve güvenirlilik bakımından
insanların en yücesi kılmıştır. Ayrıca onları, kendi yardımıyla korumuş,[45]
gözetimiyle gözetmiş,[46]
bizzat Şanı Yüce Allah onları terbiye etmiştir. Nitekim Şanı Yüce Allah,
Peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed (s.a. v.)’e hitaben şöyle
buyurmaktadır:
“(Ey Muhammed!)
Rabbinin hükmü, (yerine gelinceye kadar) sabret Doğrusu sen, gözetimimiz
altındasın.”
[47]
Nitekim Şanı Yüce
Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’a hi taben de şöyle buyurmaktadır:
“(Ey Mûsâ!)
gözümün önünde yetişesin diye.”[48]
Biz Kur’ân-ı Kerîm’e
tabi olduğumuzda, onu inceden inceye düşündüğümüzde ve anlayacak bir şekilde
okuduğumuzda ve Peygamberlik müessesesi ile Peygamberlerden haber veren
Kur’an’m ayetlerine
yöneldiğimizde onda;
Allah’ın, kendilerine Peygamberlik verdiği ve risâleti yüklemek için seçtiği
Allah’ın salih kullarından seçilmiş kimseler için gü; övgüler bulmaktayız.
Allah, Peygamberleri;
“hidayet” ve “düzeltme” meş alesini yüklenmeleri ve
insanlık yoluna girenleri; mutlul uğa, emniyet ile selâmete götüren kimseler
olmaları için onları diğer mahlukatı arasından seçmiştir.
Biz, övülmüş olan bu
kitaba yönelmekteyiz. Bundan dolayi Allah bu kitabı, kainatta ondan daha
güzelini y aratmadığı bir örnek ve şekil ile -içindekileri bilsinler diye-bize
göndermistir…Peygamberlerin sözleri ile ilgili Kur’an’m yöntemini; hayat
fışkıran, güler yüzle dolup taşan ve sevgiyle, teşvikle büyüyüp gelişmekte olan
bir yöntem olduğunu görmekteyiz… Bundan dolayı Kur’an, onlan; güzel övgülerle
anlatmış, onları, aklı ve yaratılış sıfatları ile vasıflarının ismiyle
nitelendirmi ş-tir. Bütün bunların hepsi; Peygamberlerin, Allah’ın mahlukatı
arasından seçilmiş tertemiz kimseler ve insanlık alemi için çıkarılmış mükemmel
“yüce bir örnek” olduklarına delalet etmektedir.. Yüce Allah bu
konuda şöyle buyurmakt adır:
“O
(Peygamberleri), emrimiz altındaki insanları doğru yola götüren önderler yaptık;
onlara, iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat veimeyi vahyettik. Onlar,
Bize ibadet eden kimselerdendir.”[49]
Yüce Allah, Hz.
İbrâhîm Halil (a.s) ile ilgili ise şöyle b u-yurmaktadır:
“(Ey Muhammedi)
Kitab da İbrâhîm ile ilgili anlattıklarımızı da (müşriklere) an. Şüphesiz O,
dosdoğru bir peygamberdir.”[50]
Yine Yüce Allah, Hz.
İbrâhîm (a.s) ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
‘Başlı başına) bir
ümmet olan İbrâhîm, şüphesiz Allah’a
eğen ve O’na yönelen (yada önderdi) puta tapanlardan dğ- Rabbinin nimetlerine
şükrederdi. Rabbi de onu (Peygamber olarak) seçmiş ve kendisini dosdoğru bir
yola ilePnişti.[51]
Yüce Allah, Hz. Mûsâ
(a.s) ile ilgili ise şöyle buyurmaktadır:
“(Allah) ‘Ey
Mûsâ! Ben, seni, risâletim (i tebliğ etmek için sana indirmiş olduğum Tevrat
gibi mesajlarım) ve (Benim seninle) konuşmam ile,) seni, (çağdaşın
olan)insanlara üstün kıldım. Şimdi sana verdiğim (Peygamberlik şerefin)i al! ve
(sana vermiş olduğum nimetlerden dolayı da) şükredenlerden ol’ buyurdu.[52]
Nitekim Yüce Allah,
Kur’ân-ı Kerîm’in başka yerlerinde peygamberi ve kendisiyle konuştuğu Hz. M ûsâ
(a.s) hakkında ise şöyle buyurmaktadır:
“(Ey Muhammedi)
Kitap !da Mûsâ ‘ya dair (anlattıklarımızı da) an! (Zira o, Allah’ın göndermiş
olduğu müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberlerinden ve kendileriyle birlikte
insanlar arasında anlaşmazlıkları konusunda hükmetmek üzere beraberinde hak
kitabı indirdiği kimselerdendir). Çünkü o, ihlasa er-ditilmiş ve tarafımızdan
gönderilmiş bir peygamberdir.”[53]
Şanı Yüce Allah,
peygamberi Hz. İsmâîl (a.s) ile ilg ili ise şöyle buyurmaktadır:
“(Ey Muhammedi)
Kitab ‘da İsmâîl ‘e dair (anlattıklarımızı da) an! Çünkü o, sözüne sadık ve
tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdir.”[54]
Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm,
kerem sahibi Peygamberle rden bir topluluğu da, güzel övgülerle şöyle
nitelemektedir:
“(Ey Muhammedi
dinde) kuvvetli ve basiretli kullarımız olan İbrahim, İshâk ve Ya’k’ûb’u da
hatırla. Doğrusu Biz, onları, (sahip oldukları bu Özellikle,) ahiret yurdunu
hatırda tutmak için (güzel) bir hasletle mahsus kıldık.[55]
İşte böylece Kur’ân-ı
Kerîm’i; Peygamberleri, yüce sıfatlarla donatılmış isimlerle vasıflandırır,
niteliklerin en mükemmeliyle nitelendirir;[56]
sevgi, ikram, seçme vb. öğretilerin, onun satırları arasında ortaya çıktığını
görmekt eyiz.
Buna göre Kur’an,
Peygamberleri; bazen itaat ve yönelme (veya tevbeyle) vasıflandırır; bazen de o
nlan, kendilerini, Allah’ın yoluna adamakla ve ahireti, dünyaya tercih etmekle
nitelendirir; bazı yerlerde ise onları, doğrulukla veya kötülükle r-den uzak
olmakla anlatır. Kısacası bu anlatılanların hepsi, o n-ların durumlarının
yüceliğine, mekanlarının yüks ekliğine ve risâletlerinin yüceliğine işaret
etmektedir. İşte bundan dolay ı-dır ki Peygamberler, aleme yol gösteren ve
insanlığın Önderi eridirler.”[57]
Peygamberlerin
Vasıfları
Peygamberler -Allah’ın
salât ve selâmı onların üzerine o 1-sun-insan olmaları itibariyle; yerler,
içerler, sağlıklı olurlar, hastalanırlar, kadınlarla evlenirler, çarşı ve
sokaklarda gezip dolaşırlar; insanlara gelen zayıflık, ihtiyarlık ve ölüm gibi
ar ı-zalar onlara da gelir… Fakat onlar, hususi özelliklerden dolayı insanlar
üzerine üstün kılınmışlar ve insanlarda olmayan b ü-yük ve yüce niteliklerle
vasıflandırılmışlardır. Bu da ancak onlar için gerekli olan levazımlara ve
önemli olan şeylere ni s-petle olur. Peygamberler ile ilgili olan bu vasıflan
kısaca şöyle özetleyebiliriz:
1. Sıdk
(Doğruluk)
2. Emanet
(Güvenilir olma)
3. Tebliğ
4. Fetanet
(Zeki ve akıllı olma)
5. Nefret
verici kusurlardan uzak olma
6.
İsmet (masumiyet veya masiyet ile günahtan k orunmuş olma).
Peygamberler için gerekli olan vasıflardan her birini geniş bir şekilde
açıklayacağız[58]
1.
Sıdk (Doğruluk):
Bu Özellik,
Peygamberlik müessesesi için gerekli olan bir özelliktir. Çünkü bu özellik,
Peygamberlerin davetine nispetle msanhk içinde zaruridir. Ama bu özellik,
Peygamberlerde, yaatihştan var olan özelliklerdendir. Bundan dolayı herhangi
bir peygamberden yalan, hainlik, insanların mallarım batıl yol ile yeme ve daha
bir çok çirkin vasıflar gibi kişiliğini zedeleyecek olan bu tür şeylerin
meydana gelmesi mümkün değildir. Çünkü bu çirkin vasıflar, normal bir kimse içi
n bile uygun olmadığına göre, nasıl bir nebi ve resul için uygun olabilir?
Peygamberlerden
birinde yalan gibi herhangi bir çirkin vasıf meydana gelmesi caiz olsaydı,
Şanı Yüce Allah’tan nakle t-tiği yahut vahiy haberlerinden aktardığı k onularda
insanların kendisine dair bir güvenilirliliği kalmazdı… Eğer böyle bir şey
olsaydı bunun, Peygamberlerin getirdikleriyle bizzat kendil e-rinin
karşılaşması yahut daha önceden kafalarında oluşmuş fikirler ile bu yeni
getirmiş olduklarına karşı hainlik etme i h-timali olup bunları da
-Peygamberlerin böyle bir şey yapacağını onlardan uzak görüp- Allah’a karşı
bir yalan ve iftira olarak nispet edebilirler. Bu ise -daha öncede belirtildiği
üzere- mümkün değildir. İşte böylece Kur’ân-ı Kerîm’i, Allah’a iftira eden
veya diliyle Allah’ı yalanlayan herkes hakkında aşağıda gelen bu ayırt edici hükümle hükmediyor. Bundan
dolayı Yüce Allah, Peygamberlerin efendisi olan Hz.Muhammed (s.a.v) hakkında
şöyle buyurmaktadır:
“Eğer Bize karşı,
kendisine vahyettikîerîmize bazı sözler katmış olsaydı, Biz, onu kuvvetle
yakalardık, sonra da onun şahdamarını koparındık. Hiçbirinizde onu
koruyamazdınız. Doğrusu Kur’an, mûttakiler için bir öğüttür.”[59]
İslam Şehidi Seyyid
Kutub (rh.a), “FizHali’l-Kur’an” adlı tefsir kitabında konuyla ilgi
li olarak şöyle der:
“Sonuçta o
korkunç tehdit, akide konusunda Allah’a iftira edenlere gelip çatıyor. Halbuki
akide konusu boş boğazhğ^.yer vermeyen ciddi bir konudur. Daha önce geçen ayeti
kerime, başka hiçbir ihtimal olmayan biricik ihtimali belirtiyo r. Bu biricik
ihtimal ise Resulullah (s.a.v)’in tebliğ ettiği hususlarda ‘Emin’ ve ‘sıdk’
(doğru) olduğudur. Yüce Allah’ın, onu, katiyen cezalandırmaması da bunu
göstermektedir. Halbuki tebliğ görevinden en ufak bir sapma söz konusu olsaydı,
Allah onu muhakkak şiddetli bir biçimde cezalandırırdı. Bu sözün ifade ettiği
mana, Hz. Muhammed (s.a.v)’in tebliğ ettiği şeylerde “sıdk” (doğru)
olduğu yönündedir.
Eğer Hz. Muhammed (s.a.v)
kendisine vahyolunmamış birtakım sözleri Kur’an’a karıştırmış o lsaydı, Yüce
Allah Onu cezalandırır ve ayetlerin belirttiği şekilde, peygamberini öldürürdü.
Hz. Peygamber (s.a.v)’in cezalandırılmasına veya öldürülmesine dair bir şey
meydana gelmediğine göre, elbette ki Hz. Muhammed (s.a.v), ‘Sıdk’
(doğru)dur.” (İslam Şehidi Seyyid Kutub’un sözü burada bitmektedir.)
Resulullah (s.a.v),
küçüklüğünden itibaren Kureyş kabil e-sinin içerisinde “Sıdk”ı (Doğruluğu)
ve “Emin”liği (Güveniriiligi) ile meşhur olmuştu. Hatta Mekkeli
müşrikler, Onu, “doğru” ve “emin” diye isimlendirerek;
“Doğru” ve “emin” (olan Muhammed) geldi ve
“doğru” ve “emin” (olan Muhammed) gitti… derlerdi, İşte
Hz. Peygamber (s.a.v) böylece Peygamber olarak gönderilişinden önce Kureyşliler
arası nda doğruluğu, eminliği ve makamının yüceliğiyle bilinme kteydi.
Rivayet edildiğine
göre; Kureyş’in ileri gelenlerinden birisi,[60]
Mekke sokaklarından birinde Ebu Cehil ile karş ılaşır. Onu durdurarak: “Ey
Ebu’l-Hakem! Şu anda burada senden ve benden başka hiçbir kimse yok. Muhammed
‘in doğru mu? Yoksa yalancı mı? olduğunu bana Allah’ın adıyla söyle” der.
Ebu Cehil ise ona bütün açıklığıyla şöyle cevap verir:
– “Allah’a yemin
ederim ki, Muhammed gerçekten ‘doğru’ sözlüdür. O hiç yalan
söylememiştir.” Ebu Cehil’in bu sözü üzerine o adam:
– “Sizi, Ona uymaktan alıkoyan şey
nedir?” diye s orar. Bunun üzerine Ebu Cehil, o adama:
– “Şimdiye kadar
biz ve Haşim oğullan şan ve şeref hus u-sun da yarışır ve malm çokluğu ile
övülmede de çekişip dur u-ruz. Onlar hacılara yemek yedirdiklerinde, biz de
yedirdik, i Onlar hacılara su dağıttıklarında, biz de su dağıttık. Onlari
va, Kabe’yi örtme vb.) çeşitli görevler üstlendiler, biz de
1\ üstlendik. Onlar insanlara bir şeyler verd iler ve iyilik ettiler, ;j
biz de verdik ve iyilik ettik. Develer üzerinde, karşılıklı diz ; çöküp yarış atları gibi yarıştık durduk.
Daha sonra onlar bize, { şu eklemeyi yaptılar: ‘Bizden (kendisine gökten vahiy
gelen) bir Peygamber gönderildi’ dediler. Biz onlara nereden bir Peygamber
getirelim? Allah’a yemin ederim ki, bundan dolayı biz, Ona, asla inanmayız ve
Ona tabi olmayız” cevabını v erdi. Bunun üzerine Şanı Yüce Allah,
peygamberi Hz. M uhammed (s.a.v)’i teselli etmek için şu ayeti indirmiştir:
“(Ey Muhammedi)
Onların söylediklerinin, seni üzeceğini elbette biliyoruz. Doğrusu onlar, seni
yalancı saymıyorlar. Fakat zalimler, Allah’ın ayetlerini bile bile inkar
ediyorlar.” (En ‘anı: 6/33).”
İşte bundan dolayıdır
ki, Allah’ın düşmanı olan Ebu Cehil, Resulullah (s.a.v)’in doğruluğunu kabul
ediyor ve ayın z a-manda itiraf da ediyor. Fakat onu, Resulullah (s.a.v)’e tabi
olmaktan alıkoyan şey; kavmi arasındaki liderliği, şan ve şerefidir. Şöyle
söyleyen gerçekten de doğru söylemiştir:
“Üstün kimse;
düşmanlarının, kendisinin doğruluğuna ş a-hitlik ettiği kimsedir.”
Rum kralı Herakliyüs,
Müslüman olmayışından önce Ebu Süfyan’a;
Muhammed’in, Peygamber olduğunu
söylemesi hakkında şöyle soru sormuştu:
– “Siz, Onu bu
iddiasından önce hiç yalan ile itham ettiniz mi?” Ebu Süfyan’da, ona:
” – “Biz,
Onda, kesinlikle bir yalan görmedik”!! der. Ebu Süryan’m bu sözü üzerine
Herakliyüs, ona, şöyle çok muht e-şem bir cevap vermiştir:
– “O, ne
insanlara ve ne de Allah’a yalan söyleyecek biri değildir.”[61]
İşte bu, büyük
kimselerin, bir Peygamber hakkındaki d üşüncesi ve gerçek ile yanlışı ayırıcı
bir sözüdür.
[62][63]
2.
Emanet (Güvenirlilik):
Bu, yüce Allah’ın
insanlara gönderdiği herhangi bir pe y-gamberin vahiy konusunda emin olması ve
Allah’ın aşağıda gelecek olan sözüne sarılarak Yüce Allah’tan a ldığı emirleri
ve yasakları; ziyadesiz, noksansız, tahrif etmeksizin ve değişti r-meksizin
Allah’ın yarattığı kullarına tebliğ etmesiyle ilgilidir. Yüce Allah, bu konuda
şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın
göndermiş olduğu (vahiyleri) tebliğ eden (Peygamberler; Allah’tan korkarlar ve
O’ndan başka (hiçbir kimseden) korkmazlar. Allah hesap görücü olarak
yeter.”[64]
Bundan dolayı
Peygamberlerin hepsi, vahiy konusunda güvenilir kimseler ve kendilerine nazil
olduğu şekilde Allah’ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ eden kimselerdir.
Bundan dolayı Yüce Allah’ın, kendilerine yapmakla emrettiği şeyleri gizlemeleri
ve bunlara hainlik etmeleri mümkün değildir. Çünkü hainlik, emanet ile birlikte
bulunmaz. Buna göre peygamberin, kendisine emanet edilene hainlik etmesi, Peygamberlik
olarak gönderildiği ümmetine nasihat etme ve Allah’ın kendisine gönderdiği
vahiyleri tebliğ etmemesi” bir Peygamber için hiç uygun olur mu? Buna
binaen bütün Peygamberler, en mükemmel şekilde emaneti yerine getirirler. Zira
Yüce Allah’ın gönderdiği her Peygamber, kavmine şöyle demekteydi:
“Ben sizin için
güvenilir ve sizin iyiliğinizi isteyen bir kişiyim.”[65]
Bu konuda Şanı Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
“Peygamber,
görülmeyenler hakkında söylediklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz.”[66]
Yani Peygamber, vahiy
ve gayb hakkında söylediklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz demektir.
Eğer Peygamberler de emanet (güvenirlilik) vasfı olmasaydı, kendilerine, Allah
tarafîndan gelen risâletin ortaya çıkmasında değişmeler vuku bulurdu. Ama
müminler, inmekte olan vahye inandılar… İşte bundan dolayı Hz. Aişe (r. anha)
şöyle demektedir:
“Eğer Hz.
Muhammed (s.a.v), kendisine inen vahiyden bir şey gizleseydi: “Allah ‘m
(yakında) açığa vuracağı (Zeynep Ve evlenmeye dair) şeyi içinde saklıyordun.
İnsanlar (a bunu söylemek) ten çekmiyordun. Oysa Allah’tan çekinmen daha uygundur.
” (Ahzab: 33/37) ayetini gizlerdi.”[67]
Aynı şekilde Yüce
Allah’ın, Hz. Muhammed (s.a.v)’in bizzat kendisini azarlayan şu ayetleri
gizlerdi:
“Yanına kör bir
kimse geldi diye Peygamber yüzünü astı ve geri çevirdi.”[68]
Yine aynı şekilde şu
ayeti de gizlerdi:
“Hiçbir
Peygamber, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadan esirler alması
yaraşmaz. (Sizler) geçici dünya malını istiyorsunuz. Allah ise ahireti
istiyor. Allah, Aziz’dir. Hakim’dir. Eğer daha önceden (Bedir savaşma
katılanlar günah işledikleri takdirde bile) Allah’ın geçmiş bir hükmü olmasaydı
aldıklarımızdan dolayı size büyük bir azab dokunurdu.”[69]
Emanet vasfının,
vahyin selâmeti ve peygamberin getirdiği -o da yalnızca Yüce ve Hakim Allah’ın
katmdandır- her şey de, nefsin mutmain olarak gölgelendirilmesi için her nebi
ve resulde çokça bulunması gerekmektedir. Yüce Allah bu konuda şöyle
buyurmuştur:
“0, kendi istek
ve arzusuna göre söz söylemez-Onun konuşması ancak kendisine vahyolunan bir
vahiy iledir.”[70]
3. Tebliğ:
Bu, Peygamberlere
-Allah’ın salât ve selâmı onların üzerine olsun- mahsus bir özelliktir.
Bununla, Peygamberlerin, Allah’ın, kendilerine indirmiş olduğu hükmünü tebliğ
etmesi kast olunur. Zira onlar, kendilerine gökten inen vahyi insanlara tebliğ
ederler. Bundan dolayı da onlar, insanlara yaptıkları tebliğ sırasında büyük
eziyetler ile kötü ve günahkar kimselerin zorluklarıyla karşılaşsalar bile
yüce Allah’ın, kendilerine vahyettiği hiçbir şeyi gizlemezler. Kur’ân-ı Kerim,
Hz. Nûh (a.s)’m kıssasında bunu şöyle dile getirmektedir:.
“(Bunun üzerine
Nûh): ‘Ey kavmim! Bende hiçbir sapıklık yoktur. Fakat ben, alemlerin Rabbi
(tarafından size gönderilmiş) bir peygamberim. Size, Rabbimin (bana)
vahyettiklerini tebliğ ediyorum, size nasihat ta bulunuyorum. Ben, sizin bilemeyeceğiniz
şeyleri, Allah ‘tan (gelen vahiy ile) biliyorum’ dedi.[71]
Hz. Salih (a.s)’dan
ise bunu şöyle haber vermektedir:
“Bunun üzerine O
(Salih) da kavminden yüz çevirdi ve: ‘Ey kavmim! And olsun ki ben size Rabbimin
(bana) göndermiş olduğu vahyi tebliğ ettim ve size nasihat ta bulundum. Fakat
siz, nasihat edenleri sevmezsiniz’ dedi.”[72]
Hz. Şuayb (a.s)
hakkında ise şöyle demektedir:
“(Bunun üzerine
(Şuayb) kavminden yüz çevirip (kendi kendine): ‘Ey kavmim! And olsun ki ben
size, Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size nasihat ta bulundum. Artık ben,
siz kafirler topluluğuna nasıl tasalanıp üzülürüm?’ dedi.”[73]
Peygamberlerin
hepsinin bütün açıklığıyla ve genişliğiyle; Allah’ın, kendilerine verdiği elçilik
(risa)et) görevini tebliğ ettiklerinin belirtilerini görmekteyiz. Zira onlar,
Allah’ın risaletini tebliğ etmekte ve kavmi içerisindeki insanlara nasihat
etmektedirler. Hatta Yüce Allah, Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed,
(s.a.v)’e, risaletini etmesini emretmektedir. Yüce Allah, ona hitaben şöyle
buyurmaktadır:
“Ey Peygamber!
Rabbinden sana indirileni (tebliğ et Eğer bu görevini yerine getirmezsen O’nun
elçilik (görevini) yapmamış olursun. Doğrusu Allah, kafirleri doğru yola
iletmez.”[74]
Her Peygamber,
Allah’ın, kendisine indirdiği risâleti ve daveti, tebliğ etmekle mükelleftir.
Buna göre Peygamberlerden her birinin, kendisine inenden herhangi bir harfi
eksiltmesi ve bunlara bir harf eklemesi mümkün değildir. Eğer bir Peygamber,
bunlardan birisini yaparsa Allah’ın emrine muhalefet etmiş olur ve yerine
getirmekle emrolunduğu emanete hainlik etmiş olur. Bundan dolayı bazı surelere
ve ayetlere, Yüce Allah’ın “Kul” = (“De”- “Söyle”)
sözüyle başladığını görmekteyiz. Bu ise Allah’ın emrini, kendi ümmetine tebliğ
etmesi için peygambere yönelik bir e-mirdir. İşte bundan dolayı bir Peygamber,
kendisine ineni eksiksiz ve fazlasız olarak tebliğ etmektedirler. Yüce Allah
bu konuda bir örnek olması için şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Benim
yolum, budur; ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah ‘a davet ederiz.”[75]
Yine Yüce Allah
konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Ey
Kafirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam.”[76]
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“De ki:Tan yerini
ağartan Rabbe sığınının.”[77]
Yine Yüce Allah
konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“De ki:
İnsanların Rabbine sığınırım”[78]
Hz. Peygamber
(s.a.v)’in bizzat kendisine hitap edildiği (emir sığasmdaki) bu lafızlar olmasa
da, Hz. Peygamber (s.a.v)’in sadece ilahi emirleri insanlara tebliğ etmesi de
yeterlidir. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v), vahiy konusunda güvenilir olduğundan
dolayı Rabbinin risâletindeki bir harfi bile değiş-tirmeksizin,
fazlalaştırmaksızm ve eksiltmeksizin -kendisine vahyedildiği şekilde- insanlara
tebliğ etmiştir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.v), “İşte bu, benim yolum
budur. Ben yalnızca Allah’a davet ediyorum” (Yûsuf: 12/108) ve “Ben,
tanyerini ağartan Rabbe sığınırım.” (Felak : 113/1) veya “İnsanların
Rabbine sığınırım” (Nas: 114/1) dememiştir. Ancak harflerin ve sığanın
kendisiyle, yüce Allah’tan kendisine yöneltilende “emir sığasını”[79] da
kullanmıştır. İşte bu, (Allah’ın, kendisine vahyettiği) risâleti ve daveti
tebliğ hususundaki “güvenirliliğine” delildir.
Tebliğden maksat;
Allah’ın, kıyamet gününde insanların (bizzat kendilerinin- suçsuz olduklarına
dair) ileri sürebilecekleri hüccetlerini boşa çıkarması ve hiçbir kimsenin
mazeretini beyan etmemesi anlaşılmaktadır. Çünkü Yüce Allah, insanlara kendisi
tarafından Peygamberler gönderip risâleti tebliğ ettirmeden önce azab etmekten
ve insanlara, günah işlememiş o1duğu halde azab etmekz. O en keremli ve en
merhametli olandır. Nitekim yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Biz, Peygamber
göndermedikçe hiçbir kimse (veya bir topluluğa) azab etmeyiz.”[80]
Yine Şam yüce Allah
konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Rabbin,
kendilerine ayetlerimizi (vahyimizi) okuyacak bir peygamberi, memleketlerin ana
şehirlerine (yani asıl olanlarına yahut büyüklerine veya başkentlerine)
göndermedikçe, (hiçbir zaman) o memleketleri helak edici değildir. Zaten Biz,
(ancak zulümleri sebebiyle azabı hak eden) halkı zalim memleketleri helak
etmişizdir. “[81]
Şanı Yüce Allah,
Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v)’i; alemlere uyarıcı olması
için göndermiş ve aynı zamanda Yahudi ve Hıristiyanların, “bize bir
müjdele-yici ve uyarıcı gelmemiştir” şeklindeki mazeretlerini boşa çıkarmak
için Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada göndermiştir. Yüce Allah bu
konuda Yüce kitabı Kur’ân-ı Kerûn’inde şöyle buyurmaktadır.
“Ey kitap ehli!
Peygamberlerin arası kesildiğinde, ‘Bize bir müjdeci ve bir uyarıcı gelmedi’
dersiniz diye, size açık anlatacak Peygamberimiz (Muhammed) geldi. Şüphesiz O,
size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir. Allah her şeye Kadir’dir.”[82]
Resulullah (s.a.v),
Rabbinin davetini tebliğ ettiği sırada ona, yüce ve büyük Rabbinin şu ayeti
inmiştir:
“Şimdi sen, ne
ile emrolunuyor san, (müşriklere) apaçık bildir. Müşriklere de aldırış etme.
“[83]
Resulullah (sav),
Rabbinin davetini açıklamaya ve risaletini tebliğ etmeye koyulmuştu. Böyle bir
sırada Safa tepesine çıkarak kabileleri ve Kureyş’in içindeki toplulukları
şöyle davet etmeye başladı:
– “Ey
Abdulmuttalib oğullan! Ey Fihr oğulları! Ey Ka’b oğulları!.. Nihayet herkes
oraya toplandı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v), onlara:
– “Ben, size, şu
vadiden veya dağın eteğinden atlıların çıkıp geleceğini ve size
saldıracaklarını haber versem, beni tasdik eder miydiniz?” diye sordu.
Onlarda:
– “Evet, şimdiye
kadar senin yalan söylediğini görmedik” dediler. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.v.):
– “Ben, size,
(tebliğ ettiklerimi kabul etmediğiniz taktirde) önünüzdeki şiddetli azabı haber
veriyorum…” dedi. Bunun ü-zerine amcası Ebu Leheb:
– “Ey Muhammedi
yazıklar olsun sana! Bunun için mi bizi buraya topladrn?” diyerek Hz.
Peygamber (s.a.v)’e hakaret etti. Bunun için Yüce Allah, onun bu sözüne
karşılık olarak şu sureyi indirmiştir:
“Ebu
Leheb ‘in elleri kurusun; zaten kurudu da! Malı ve kazandığı kendisine fayda
sağlamadı, (Yaptıklarından dolayı) alevli ateşe yaşlanacaktır. Karısı da
(yaptıklarından dolayı) boynunda bir ip olduğu halde ona odun
taşıyacaktır.” (Tebbet:! U/2-5)”
[84]
4.
Fetanet (Zeki ve Akıllı Olma):
Fetanet zeki ve akıllı
olmak demektir. Buna göre Peygamberlerden her biri, mükemmel bir akıl ve doğru
görüşlülüğün yanı sıra akıllı, zeki ve harikulade bîr şekilde gönderilmişlerdir.
Yüce Allah, Hz. İbrahim Halil (a.s)’m vasfı hakkında şöyle buyurmaktadır:
“And olsun ki
daha (Peygamberlik verilmezden) önce 2b-râhîm ‘e, ‘doğru görüşlülüğü’ verdik.
Biz, Onu (n buna uygun olduğunu) biliyorduk.”[85]
Yine bu konuda Hz.
İbrâhîm (a.s)’m, kavmi içerisindeki müşriklere delil getirmedeki doğruluğuna
bakıldığında, Onun seçkinliğine ve zekililiğine dair deliller bulunmaktadır. Bu
konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Derken ona
başvursunlar diye; (büyük puta başvurup bu putları kıranın kim olduğunu
sorarlar, böylelikle putun acizliği ortaya çıkar diye) içlerinden büyüğü
müstesna hepsini paramparça edip bıraktı. (Geri dönüp İbrâhîm ‘in put kırma eyleminin
sonucu olan manzarayı gördüklerinde,) ‘bunu ilahlarımıza kim yaptı? Doğrusu
bunu yapan zalimlerden biridir’ dediler, (ibrâhîm ‘in, putlarına karşı bir
tuzak hazırlayacağına dair yemin ettiğini işiten kimseler) dediler ki: ‘İbrâhîm
denilen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk. (Emretme yetkisini
ellerinde bulunduranlar) dediler ki: ‘0, halde onu halkın gözü önüne getirin.
Belki (ondan işitilen sözleri söyleyerek o-nun aleyhine) şahitlik ederler.
‘(İbrâhîm, onların huzuruna getirilerek): ‘Ey ibrâhîm! İlahlarımıza bu işi sen
mi yaptın?’ dediler. (O da, kırmaksızın bıraktığı putu kastederek: ) ‘0 işi,
şu büyükleri yapmıştır! Konuşabiliyorlarsa onlara sorun!’ dedi. Bunun üzerine
kendi kendilerine dönüp, ‘Doğrusu siz zalimlersiniz. Konuşmayan bu putlara tapmakla
hakka karşı zalimlik ediyorsunuz)’ dediler. Sonra (kendilerinin, zalim
olduklarını kabul ettikten) tekrar kafalarında olan eski İnanca (küfre)
döndürüldüler ve: ‘Ey İbrâhîm! Bunların konuşamayacağını, and olsun ki, sende
bilirsin’ dediler. (Onlar bunu itiraf edince, ibrahim’de, onlara karşı şöyle
bir delil getirdi:) ‘0 halde Allah ‘ı bırakıp ta size hiç bir fayda ve zarar
veremeyecek şeylere ne diye taparsınız? Size ve Allah ‘ı bırakıp ta
taptıklarınıza yazıklar olsun! Daha hala akıllanmayacak mısınız?’ dedi.[86]
Bir gerçek olarak Hz.
İbrâhîm (a.s.)in, büyüğü hariç bütün putları paramparça etmesine dair hakkında
tecelli eden bu a-yetler, onun zekiliğiyle ve seçkinliğiylc sona ermektedir.
Zira Hz. İbrâhîm (a.s), eliyle putları kırmış ve daha sonrada kavmine delil
gösterebilmek için baltayı büyük putun boynuna asmıştı… Bunun üzerine
muhakeme etmek için. halkın ve kendilerinin huzuruna getirdiklerinde ona şu
soruyu sormuşlardı:
– “İlahlarımızı
paramparça ederek kıran ve onları kırmaya gelen kimdir? ‘Yoksa Ey İbrâhîm! bunu
sen mi yaptın?’ Bunun üzerine Hz. İbrâhîm (a.s), onlara:
– “Onları, ben
kırmadım. Fakat sizinde gördüğünüz gibi büyük put, onları kırmıştır. Çünkü
büyük put, sizin, kendisiyle birlikte şu küçük putlara da tapmanıza razı
olmadığından dolayı onları o kırmıştır. Buna delil ise baltanın büyük putun
boynuna konulmasıdır. Eğer benim sözümü tasdik etmezseniz, bu işi kimin
yaptığını, onlara sorun…’ dedi.
Burada Hz. İbrâhîm
(a.s), hedefine ulaşmıştı. Zira akıllarının kıthlığmdan ve kendilerini gülünç
bir duruma soktuktan sonra onlara delilini getirmişti. İşte bu, Peygamberlerin
düşüncesidir.
Hz. İbrâhîm (a.s)’ın
başka bir doğruluğu ise, Allah’ın mülkünde çekişen Tağut Nemrut ile olan
mücadelesidir. Zira Nemrut, kendisinin ilah olduğunu ve Allah’ın dışında, kendisine
tapılması gerektiğini savunuyordu. Halbuki Allah, Nemrut gibi kendisine tapılan
kimselerin de Rabbiydi. Buna göre Hz. İbrâhîm (a.s)’ın, Nemrut’a karşı doğru
görüşlüğü ve zekiliği nasıldı? İnatçı düşmanı, Hz. İbrâhîm (a.s)’in sözü
karşısında nasıl şaşırıp kalarak delilsiz kalmıştı? Yüce Allah bu konuyu şöyle
anlatmaktadır.
“Allah, kendisine
hükümranlık verdi diye İbrahim’le Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi?
İbrâhîm, Ona: ‘Benim Rabhimt dirilten ve öldürendir’ demişti. O da: ‘Bende
diriltir ir Öldürürüm’ dedi. Bu defa İbrâhîm, ‘Şüphesiz Allah, güneşiığudan
getiriyor, (haydi bakalım) sende onu batıdan getirse-nc’ dedi. (Allah’ın
varlığını, kanun koyma yetkisini ve ilahlığını) inkar eden (bu delil
karşısında) şaşırıp dona kaldı. Allah, zalimleri doğru yola eriştirmez.”[87]
İşte bu, batılın
sırtını yere vuran keskin bir delildir. Bundan dolayı Allah, Hz. İbrâhîm
(a.s)’ı, apaçık “Hakk Nur”unu açıklayıcı kılmıştır.
İşte bütün nebiler ve
resuller, böyledir. Zira Allah onlara, akıl ve doğru görüşlülük vermiştir.
Bundan dolayı onlar, zeki-liîik ve akıllılık şekillerinin en mükemmel
örnekleridirler. Çünkü Yüce Allah, onlara, kavimlerini hidayete getirmeye dair
delil getirmede güç yetirebilmeleri için zekililiği, harika olmayı, fetaneti ve
akıllılığı tahsis etmiştir. Hakk ışığını insanlara açıklamak ve Allah’ın
davetini insanlara ilan etmek için akıl bakımından insanların en mükemmel
olanını, zeka bakımından onların en geniş olanını, delil ve kanıt bakımından da
onların en kuvvetli ve güçlü olanını, risâlete seçmede, Allah’ın ezeli hikmeti,
böyle tahakkuk etmiştir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Allah,
Peygamberlik vereceği kimseyi (herkesten) daha iyi bilir. Suç işleyene, Allah
katından bir aşağılık ve hilelerin-den ötürü de şiddetli bir azab
erişecektir.”[88]
İnsanoğlunun
kendisine zafiyet geldiğinde ve akli melekeleri zayıfladığında, bazen
insanlardan bir kısmı ihtiyarlık çağına ulaştıklarında bunama gibi bir hal
onlara hasıl olur… Buna göre Peygamberler, -her ne kadar ömürleri uzun olursa
olsun-mükemmel bir akıldan ve güçlü bir düşünceden dolayı büyük bir mevkide
gölgelenmektedirler. Çünkü Yüce Allah onları, inayetiyle kuşatmış ve
gözetimiyle onları korumuştur. Bundan dolayı da onların, düşünce hislerinin
zayıflaması ve akli sezgilerinin ihmal edilmesi mümkün değildir. İşte bu,
Allah’ın dilediğine verdiği üstünlüktür. Doğrusu Allah, büyük fazilet sahibidir.
[89]
5.
Nefret Verici Kusurlardan Uzak Olma:
Bu özellik,
Peygamberlerin Özelliklerindendir. Çünkü insanların onlarla bir araya
gelmelerinde, onlara tabi olmalarında ve onların davetlerini işitmede, nefret
verici fıtri ve ahlaki kusurlardan herhangi birisinin Peygamberlerde olması
mümkün değildir. Nitekim alaca hastalığı, cüzzam ve vücudun çirkinleşmesi gibi
insanlara nefret verici hastalıklar; Peygamberlerden, hiç birinde meydana
gelmez. Zira onlar, her kadar insan olsalar da; nisanlardan birine isabet eden
arızalar, onlara da isabet eder. Ancak Şanı Yüce Allah, onları, nefret verici
kusurlardan korumuş ve insanlara tiksinti verecek çirkin hastalıklardan uzak
tutmuştur.
Rivayet edildiğine
göre; “Hz. Eyyüb (a.s), hastalanmış ve hastalığı, onun her tarafını
kaplamış. Nihayet vücudu ulmuş ve kurtçuklar vücudundan çıkmaya başlamış.
Karısı ise onun bu halinden hoşlanmamış.” Hz. Eyyüb (a.s) hakkındaki bu ve
benzeri anlatılan rivayetlerin tamamı, tasdik edilmesi ve inanılması doğru
olmayan İsrailiyattan nakledilen yalan ve batıl rivayetlerdir. Çünkü böylesi
rivayetler, Peygamberlerin vasıflarıyla birlikte bulunması mümkün değildir.
Kur’ân-ı Kerîm ise Hz. Eyyüb (a.s)’m bu hastalığına dair hiçbir şeyi bize anlatmamıştır.
Ancak Hz. Eyyüb (a.s)’ın vücuduna, bir derdin İsabet ettiği ve dert ve
kederin, onun vücudunun tamamını kapladıktan sonra kendisinden kaldırması için
Rabbine dua ettiği, bunun üzerine Allah’ın, keder ve beladan İsabet edeni ondan
kaldırdığı anlatılmaktadır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Eyyüb’ü de (an)!
Hani Rabbine (dua ederek) ‘başıma bir\ dert (sıkıntı, hastalık, zayıflık vb.)
geldi. Ve Sen, merhametlilerin en merhametlisisin’ diye dua etmişti. Bizde onun
(bu) duasini kabul etmiş uğradığı derdi kaldırmıştık. Katımızdan bir\ rahmet ve
ibadet edenlere de, bir ibret olsun diye” ona, hem ailesini ve hem. de
onlarla birlikte bir mislini vermiştik.[90]
Hz.
Eyyüb (a.s)’a isabet eden derdin, hem kendi vücudunda ve hem de ailesinde
meydana geldiği; ayeti kerimede açıklanmaktadır. Bu çeşit dert, hem insanlarda
ve hem de Peygamberlerde bulunabilir. Çünkü ölüm, nasıl ki Peygamberlere
gelmekteyse, hastalığında onlara gelmesi mümkündür. Böyle bir hastalığın -Hz.
Eyyüb (a.s)’m vücudunun utması ve vücudundan kurtçukların çıkması şeklinde
değ;ildir- onlarda ortaya çıkması, onların kudretlerinden bir şeyi eksiltmez ve
onların makamlarına zarar vermez.
[91]
6.
İsmet (Masumiyet):
Bu
konunun önemine binaen, Allah’ın izniyle, özel bir bölüm olarak genişçe
açıklayacağız. Allah, başarıya ulaştıran ve dpsdoğru yola iletendir.
[92]
[1] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 59.
[2] Enam: 6/50, Ahkâf: 46/9.
[3] Fahrcddin er-Râzî. bu ayet ile ilgili olarak şöyle
der: “Bu ayetin dış görmüşü, Hz. Peygamber (s.a.v)’İn ve diğer
Peygamberlerin, ancak vahiy ile hareket ettiğini gösterir. Bu ayet, Hz.
Peygamber (s.a.v)’in ve diğer Peyganberlerin- kendiliğinden hiçbir hüküm
vermediğine ve ietihad etmediğine aksine bütün hükümlerin vahiyden sadır
olduğunu göstirir. Bu husus, “O, kendi nevasından söz söylemez. O.
kendisine ilka edilen bir vahiyden başkası değildir.” (Necm: 53/3-4)
ayetleriyle de kuvvet kazanmaktadır.” (Fahreddin er-Râzî, age. 9/442.
Ankara, 1988) (ç).
[4] Yûnus: 10/16.
[5] Saki Havva, ayette geçen “ruh” kelimesiyle
ilgili olarak şöyle der: “Bundan maksat. Kuran-ı Kerim’dir. Ncsetî de
derki: “Yüce Allah “ruh ile, Rcsulullah (s.av);a vahyettİği Kur’ân-ı
Kcrîm’İ kas (çimektedir. Çünkü ceset, ruh ile hayat bulduğu gibi insanların
dini de, Kur’ân-ı Kerîm ile hayat bulur”. (Said Havva, el-fcsası ti’t- Tefsir.
13/171, İstanbul. 1992) <ç>.
[6] Şura: 42/52.
[7] Nahl: 16/2.
[8] Necm: 53/3-4.
[9] Yûnus: 10/15.
[10] Faziletli Üstad Hasan en-Nedvi, en-Nübüvvet
ve’1-Enbiyâ, s. 35 Rivayetlere göre; Mekkeii müşrikler ilk önceleri, Resulullah
(s.a, v. )’ı, amcası olan Ebu Talib’e şikayet ediyorlardı. Ebu Talib ise onları
güzel bir şekilde saviydu. Bu sefer müşrikler, Ebu Talib’e, Hz. Muhammed
(s.a.v)’e karşılık kendsiiıe, Velid b. Muğire’nin oğiu Âmmare’yi verme
teklifinde bulundular. Ebu Talib ise onların bu tekliflerini de kabuî etmedi-
Zira Ebu Talib, ne yeğeninden vazgeçebil-yor ve ne de müşrikleri kızdırmak
istiyordu. Sonunda, yeğeni Hz. Mu hammed (s.a.v)1! yanma çağırtıp ona,
davasından vazgeçmesini yada eğer bunu yapmak istemezse, davetini biraz
hafifletmesini istedi. Hz. Hamza’nın da Müslüman olm-sından sonra Mekke’de
yaşayan Müslümanlar biraz olsun güçlenmişlerdi. Bunu gören müşrikler taktik
değiştirerek Resulullah (s.a.v)’a başka teklifferle geldiler. İlk teklif de
bulunan, Kureyş içerisinde önemli bir yere sahip ve İleri gelen kimselerinden
olan Utbe b. Rebia’dır. Utbe, Resulullah (s.a.v)’a giderek ona: “Senin şu
getirdiğin ve üzerinde direnip durduğun işle, eğer mal ve servet istiyorsan;
sana bizimkinden daha çok malın oluncaya kadar mallarımız dan toplayıp
\erelim. Eğer bununla aramızda, daha büyük şan ve şeref kazanmak istiyorsan
seni kendimize büyük ve ulu yapalım ve senden başkası ile bütün ilgmizi
keselim. Eğer bu işinle hükümdar olmak istiyorsan, seni kendimize hükümdar
yapalım.” şeklinde bir teklifte bulundu.Resuhıllah (s.a.v) ise onun bu
tekliflerini kabul etmedi, (ç)
[11] İkinci olarak İse aralarında Velid b, Muğire, As b.
Vail olmak üzere müşriklerden bir grup Resulullah (s. a.v.)’in yanma gelip
ona: ”En zengideri olacak kadar mal vermeyi, kızlarının en güzeli ile
evlendirmeyi, buna karşılık onun; putlara dil uzatmaktan veya yaptıkları
şe>le ri akılsızlıkla suçlamaktan vazgeçmesini teklif ettiler. Resulullah (s
a.v.)’İn, getirdiği hak davetten dönmediğini gören Mekkeli müşrikler bu seferde
ona: “Bir gün sen bizim putlarımıza tap, bir günde biz senin ilahlarına
taparız” dediler. Resulullah (s.a.v), bu teklifi de kabul etmedi. Bunun
üzerine bunu açıklar vaziyette “Kalîrun Sûresi” indi. (ç).
[12] Üçüncü olarak ise: Kureyş’in ileri gelenleri, toplu
halde Resulullah (s.a.v);in yanına giderek ona; başkanlık ve mal teklifinde
bulundular.
Resulullah (s.a.v) ise onların bu teklifini de kabul etmedi. Resulullah
(s.a.v)’in, bu teklifleri de kabul etmediğini gören müşrikler, bu seferde
ondan; Mekke’deki dar vadileri; kıtlık ve sıkıntı veren Mekke’deki dallan
kaldırması için Rabbine dua etmesini ve onların yerine, Şam ve Irak’ta olduğu
gibi ırmaklar akıtmasını, ovalar yapmasını ve ayrıca geçmiş baba ve ataların]
özellikle de Kusay b. Kilab’ı dirilre-sini ve kendisinin Peygamber olduğunu
tasdik etmesi gibi şeyler istediler. Resulullah (s.a.v) ise onların bu
isteklerini de yerine getirmekten kaçındı. (B.k.z:İhsan Süreyya Sırma Mekke
Dönemi ve İşkence, s. 45-58; Ramazan el-Buti, Fikhu’s Siyre, s, 114-117) (c).
[13] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 60-65.
[14] Hûd: 11/51.
[15] Furkân : 25/ 57.
[16] Sâd : 38/ 86.
[17] Kehf: 18/110.
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 65-66.
[18] Beyyine: 9S/5.
[19] Enbiyâ: 21/25.
[20] Şah Veliyyullah ed-Dihlevi, Hüccetullah Baliğa, 1/363.
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 66-68.
[21] Sad: 38/86.
[22] Fahreddin er-Râzî, bu kelimeyle İlgili olarak şöyle
der: “Buradaki hikmet, kesin inancı ifade eden kafi deli!. Ki, işte bu,
ayeti kerimede de, ‘hikmet’ adıyla adlandırılmıştır. Bu, derecelerin en
kıymetlisi ve makamlarında en yücesidir. İşte bu, Allah’ın, ‘Kİme de hikmet
verilirse, muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir.’ (Bakara: 269) ayetinde
bahsettiği delildir.” (Fahreddin er-Râzî, Tefsiri Kebîr, 14/377) (ç).
[23] Güzel öğüt ise zanni ipuçları ve iknai deİİİlerdir ki,
bunlarda ayeti kerimede “Güzel Öğüt” olarak belirtilmişlerdir.
(Fahreddin er-Râzî, Tefsiri Kebîr, 14/378) (ç).
[24] Nahl: 16/125.
[25] Bakara: 2/258.
[26] îmanı Gazâlî’nin bu sözü için b.k.z: Gazâlî,
Îlcamü’1-Avam an Dmi’I-Kelam, s. 20 (c).
[27] İbn Teymiyye, en-Nübüvvat, s. 147-148.
[28] Yûsuf: 12/108.
[29] Ahmed b. Hanbel. Müsned. 1\ 26; îbn Mâce, Mukaddime, 6
(43).
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 68-70.
[30] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 70-71.
[31] Tâha: 20/131.
[32] Hz. Peygamber (s.a.v), hem kendisi ve hem de Ehli
beyti için pek sade bir hayat sürmeyi tercih etmişti. Fakat bu tercih, geçimi
temin hususunda acizlikten kaynaklanmamaktaydı, Çünkü Resulullah (s. a,v),
henüz hayattayken fetihler yapılmış, ganimet malan elde edilmiş, daha Önce malı
mülkü olmayan,ekmek parasına muhtaç kimseler zengin olmuşlardı. Buna rağmen
bir ay geçer, onun evinde ateş yan-madtğı olurdu. Resulullah (s.a.v), eline
geçen zekat, bağış ve hediyeleri cömertçe dağıtıyordu. Onun, sade ve mütevazı
hayatı seçmesinin sebebi şuydu: Dünya haja-tının geçici süsüne aldanmayıp, Yüce
Allah’ın katındaki ebedi nimetlere rağoet etmek… Mal ve servete sahip olduğu
halde iffet ve kanaatle )aşayış maddiyatın üstünde yücelen kişinin rağbeti…
Yoksa Allah’ın Resulü,kendisi ve Ehli beyti için seçtiği böyle bir hayatı
yaşamaya akide ve şeriatı jönünden mecbur değildi. Çünkü onun akide ve
şeriatında, helal ve temiz olan şeyler yasaklanrmmışti… Onun böyle yaşaması,
fani dünyanın geçici zevk ve süsüne kapılmadan, onun ağırlığından kurtulup
nefsin heves ve arzularından tam bir hürriyete kavuşmak İçindi. Lakin P^-gamber
(s.a-v)’in hanımları, diğer kadınlardan çok üstün, değerli ve peygamberliğin
feyizli kaynağında bulunmalanyla birlikte nihayet birer insandı. Onlarında
herkes gibi, beşeri his ve istekleri vardı. Bu itibarla hayatın geçicizevkine karşı
olan tabii arzu, onlarında gönlünde canh olarak yaşıyordu. Ne zamanki, Yüce
Allah’ın, peygamberine ve ümmetine bolluk ve genişlik ihsan ettiğini görünce,
nafakalarını artırması için Resulullah (s.a.v)’e müracaat ettiler. O ise bu
vaziyeti hoş karşılamadı Üzüntü ve hoşnutsuzluk gösterdi. Zira onun İdeali,
böyle önemsiz şeyleri hiç mü-hİmsemeden, bunlarla meşgul olmadan kendisi içüı
seçtiği yüce ve hoş hayatı yı-şamak ve kendisine inanmış olan sahabe (r anh)
ile birlikte bu debdebeli dünyanın her türlü olumsuz tesirinden uzak olarak
yüce, parlak ve nurani ufukta kalmak ve böylece hayatının sonuna kadar devam ettirmekti.” (Seyyid
Kutub, Fİzilali’l-Kur’an,
12/11-12 (ç).
[33] ”Muhayyerlik” (yani serbest bırakma) hakkındaki
bu iki ayet hedefi şöyle sıralandırıyor: ilYa dünya hayatı ve süsü,yahut
Allah, peygamberi ve ahiret yurdu… Bir kalp. hayatı iki türlü tasavvur
edemez. Yüce Allah, hiçbir insanın içinde iki kalp yaratmamıştır.
Peygamberlerin hanımları: “Vallahi, bu meclisten sonra Allah’ın Resuiü’nden
elinde olmayan bir şeyi İstemeyeceğiz” dye yemin etmişlerdi. Kur’an.
davanın esasını ve sebeplerini tespit için İndi. Haddizatında mesele, talep
edilen şeyin peygamberin elinde bulunup bulunmanızı değildi. Mesele; Allah’ı,
peygamberi ve ahiret yurdunu bütünüyle tercih, yahut dünyanın süsü ve metaını
tercih etmekte idi. İster yeryüzünün bütün hazineleri ellerinin allında olsun,
isterse evlerinde yiyecek ekmek bulunmasın, eşit idi. Onlar kesin olarak
serbest kılındıktan sonrıı Allah’ı, peygamberi ve ahireti tercih ederek Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in yanındaki yüce mevkilerini, o ”Büyük Elçinin” evine
layık, şerefli ve yüce ufukta korumasını bilmişlerdir. Peygamberimizin bu
tercihe memnun ûldjğuna dair rivayetler vardır. (Seyyid Kutub, Fizilalrl-Kur’an,
12/14-15).
[34] Ahzâb: 33/28-29.
[35] Tirmizî, Zühd 36. Tirmizî, bu hadis hakkında,
“Hasen-Garib” demiştir.
[36] EbuT-Hasen en-Ncdvi. en-Nübüvvet ve’1-Enbiyâ.
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 71-74.
[37] Tevhid: Allah’ı; zatında, sıfatlarında ve fiillerinde
eşsiz olduğunu bilmeye ve Öylece inanmaya, ortağı ve benzeri olmadığına,
doğmadığına ve doğrulmadıgınave itikaden inanılmasına; aynı şekilde niyet ve
amel olarak ibadeti ve itaati yalnızca Allah için yapmaya, O’na boyun eğmeye,
O’na yönelmeye, O’na tevekkül etmeye- O’ndan korkmaya, O’ndan beklemeye Tevhid
denir. Bu tanıma göre Tevhid, ikiye ayrılır:
a- Rububiyyet (itikadi) Tevhidi: Bu tevhidin anlamı; Allah (c.c), göklerin ve verin
RabbUçindekilerinin yaratıcısı olduğuna, tasarrufunda bir ortağı bulunmadığına,
bu alemin bütününün egemenliğinin O’nun olduğuna, hükmünde hesap vermediğine,
her şeyin Rabbinin O olduğuna, her canlıya O’nun rızık verdiğine, bütün işleri
O’nun evirip çevirdiğine, yalnızca O’nun yükselttiğine ve alçalttığma, yalnızca
O’nun verdiğine ve engel olduğuna, zarar ve yarar verdiğine, sadece O’nu
izzetli ve zelil kıldığına. O’nun dışındaki her şeyin ne kendisi için ne de
başkası için. ne bir hayra ne de bir şerre ancak Allah’ın dilemesi ve izniyle
gücü yettiğine inanmaktır.
b. Ulııhiyyet (Ameli) Tevhidi: Bu tevhidin anlamı; ibadette, boyun eğmede, kesin
itaatle, ne yerde, ne gökte tek ve ortağı olmayan Allah’ ı birlemektir
Tevhid; rububiyyet
tevhidine, uluhiyyet tevhidi katılmadan kesiniikle gerçekleşmez. Bu tek basma
yeterli değildir. Müşrik Araplarda, Rububİyyeü, kabul ediyorlardı. Bununla
birlikte putlara tapmak suretiyle Allah’a ortak koştuklarından dolayı bu
onları, İslam’a sokmadı. Allah*ile birlikte başka ilahlar edindiler. Bunların,
kendilerini Allah’a daha fazla yaklaştıracağım, Allah katında onlara şefaat edeceğini
sanıyorlardı. (Yûsuf Kardavi. Tevhidin Hakikati, s. 20-23)
Tevhid, Allah’ın
sıfatlarının bazılarını kabul edip sadece bunlara inanmakla gerçekleşmez. Ve
böylesi, Tevhidi parçalayan, tavırlarla bütün peygamberler mücadele etmiştir.
Peygamberimizin de gayesi tevhidi yaymaktır. O Tevhide davet etmiş, putçulukfa
hep mücadele içinde olmuştur.
“La ilahe illallah
diyen cennete girer.” (Buharî, Iman:l; Müslim. İman 43-45; Tirmizî, İman
2775) müjdesinin muhatabı olamaz. Ayrıca insanlara bu biçimiyle anlam kazanan
bir Tevhid inancı içinde Peygamberler gönderilmemiştir; “insanlarla ‘La
ilahi illallah’ deyinceye kadar savaşmakla, emrolundum.” (Buharı, Zekat
689; Müslim, İman 32-38; İbn Mâce, Fiten 3927; Nesai, îman 4970; Tirmizî, 2733)
ifadesinde anlam bulan Tevhid de, Alları’ı sadece yaratıcı, İlah, Rab veya
Melik olarak tanımak değildir. Zira bunların hepsi Tevhidin büyük bir kısmını
ifade eder, fakat tamamım değil Dolayısıyla parçacı düşüncelerin hiçbirini,
Peygamberlerin tebliğlerinin esasim oluşturan “‘La ilahe illallah”ı
kabui anlamına gelmez.
“La ilahe Ülallah”m sadece benimsenen bir söz olarak ifade
edilmesinin ise, Tevhid ile hiçbir İlgisi yoktur. Elbette ki “La ilahe
İllallah” bir sözdür. Rcsulullah (s.a.v), insanların, bu sözü
söylemelerinin cennete vesile olacağım açıklar. Ancak bu, onu hiçbir anlam
ifade etmeyen veya anlamı tam olarak bilinmeyen bir söz ola-rak ta söyleseniz
olur anlamına gelmez. Eğer böyle olsaydı, onun, Mekke müşriklerinin hiç
tereddüt etmeden söyleyecekleri bir söz olacağı kesindi. Konuyla ilgili bir çok
örnekler vardır… Onlar, muhtevasını çok iyi anladıkları bu sözün,
kendilerinin kabul ellikleri Tevhidi unsurların eksik olduğunu, kabul etmekten
kaçındıkları ulııhiyyet konusunu da Tevhid ‘in kapsamına aldığım bilirler.
Bunun ise sadece bir söz olarak söylenmekle bîr anlam ifade etmeyeceğini, O’nun
Öncelikle bireysel ve sosyal yaşantıda açığa çıkması gereken hayat tarzı
olduğunu anlarlar. Bu yönüyle de Tevhidin bir defa değil, on defa dahi
söyleseler, bir söz olarak kaldığı sürece bir anlam ifade etmediğini.
Resulullah {s.a.v)4n de bir söz söylemekle sadece söylemeyi kastetmediğini iyi
bilirler. (Ceİalcttin Vatandaş. Tevhid ve Değişim, s. 54-55).
[38] Mü’minun: 23/23.
[39] Hûd: 11/50.
[40] Hûd: 11/61.
[41] Enbiyâ: 21/69-70.
[42] Saffât: 37/171-173.
[43] Yüce Allah, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v):i ve
Ashabını, O’na muhalefet edenlere. Dine karşı çıkıp yalanlayan, O’na düşmanlık
edenlere karşı muzaffer kılmıştır. O’nun sözünü en üstün söz haline getirmiş,
dinini diğer bütün dinlerden üstün kılmıştır…
insanlar aynı şekilde alışageldikleri ve gözleriyle görebilecek muayyen
bir şekilden ibaret zannettikleri zaferin, yardımın manasım gereği gibi
kavramakta kusur göstermektedirler. Oysa zafer ve yardımın şekilleri
çeşitlidir. Kimi şekiller kısa mesafeli bakış halinde zafer, bozgun ile karışık
bir görünüm arz edebilir. İşte ateşe atılırken Hz. İbrahim (a.s)’ın durumu…
Acaba Hz. İbrahim (a.s), bu konumda zafer kazanmış birisi miydi? Yoksa bozguna
uğramış bir durumda mıydı? Akide mantığına göre. onun ateşe atılırken daha
zaferin ve yardımın zirvesinde olduğunda bir şüphe yoktur. Nitekim o, ateşten
kurtarılırken bile ikinci bir defa daha zafer kazanmıştı. (Said Havva,
el-Esas-i fı’t-Tefsir. 12/514-515) (ç).
[44] Gâfir (Mü’min): 40/ 51-52.
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları:74-78.
[45] Mesela Yüce Allah. Hz. İbrahim (a.s)’m, Nemrut’un
zulmünden ve ateşten kurtarılmasında O’na yardım etmiş. Yine Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in hicreti sırasında sığındığı mağarada Allah’ın yardımıyla Mekkeli
müşriklerden kurtulmuştur, (ç).
[46] Mesela Hz. Mûsâ (a.s), Allah’ın gözetimi altında
firavunun sarayında kalmış.
Yine Hz. Yûsuf (a.s), Allah’ın gözetimi altında olduğu halde azizin
hanımının teklifini kabul etmemiştir, (ç).
[47] Tur: 52/48.
[48] Tahâ: 20/39.
[49] Enbiyâ: 21/73.
[50] Meryem: 19/41.
[51] Nahl: 16/120-121.
[52] Araf: 7/144.
[53] Meryem: 19/51-52.
[54] Meryem: 19/54-55.
[55] Sa’d: 38/4546.
[56] Mesela: Kur’an. Enbiyâ: 21/73’de geçen ayette:
Peygamberleri; insanları doğru 3 yola götüren önderler olmakla, iyi İşler
yapmakla, namaz kılmakla, zekat vermekle i ve ibadet etmekle
vasıflandırmaktadır. Meryem: 19/41’de ise Hz. İbrahim (a.s)’i, > dosdoğru
olmakia; Nahl; 1 6/12(M23’de ise başlı başına bir ümmet olmakla, Allah’a ]
boyun eğmekle, O;na yönelmekle, müşriklerden olmamakla, Allah’ın nimetlerine \
şükredici olmakia, Yüce Allah’ın onu peygamberliği için seçmiş olmakla, onu
dos- j doğru bir yola iletmiş olmakla, dünyada ona bir güzellik verilmesiyle,
ahirette salihlerden olmakla; Hûd: 11 /75’de ise yumuşak huylu olmakla, yüreği
yanık olmakla, kendisini tamamen Allah’a vermiş olmakla nitelendirmektedir.
Tevbe: | 9/128’de ise; Hz. Muhammed (a.s)’İ, İnsanlardan olmakla, sıkıntıya
maruz kalmanız ona ağır gelmesiyle, size çok düşkün olmakla, raui’ve rallim
olmakla vasıflan-‘ dırmaktadır. (ç)
[57] Ebu’I-Hascn en-Nedvî. en-Nübüvvet vc’1-Enbiyâ, s.
25-30.
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları:79-82.
[58] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 83.
[59] Vakıa: 69/44-48.
[60] Rivayetlere göre. bu adamın adı; Ahnes b.Şureyk’tir.
(ç).
[61] Bu hadis, BuharTnin ‘BedVİ-vahy’ bölümünde rivayet
ettiği hadisin bir kısm-dır. Hadisin tamamı için bakınız: Ayni, Umdetü’l Kari,
1/ 77 (Ayrıca bu hadis için B.k.z: Buharı”, Şahadet 28, Cihad İL 99, 102,
122, Cizye 13, Tefsirü Âi-i İmrân 4, Edeb 8, İsti’zan24; Müslim, Cihad 73
(1773); Tirmizî, İsti’zan 24 (2718). (Bu olay, Hudeybiye barış anlaşmasından
sonra ICııreyş kalleşinin Rum diyarına ticaret için gitmesi sebebiyle
gerçekleşmişti. Bu sırada Ebu Süfyan, daha hala müslüman olmamıştı. Ebu
Süfyan, Mekke’nin fethi sırasında müslüman dmuştu). (ç).
[62] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları:
[63] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 83-87.
[64] Ahzâb: 33/39.
[65] A’râf: 7/68.
[66] Tekvir: 81/24.
[67] Tirmizâ, Tefsirü Sure-i Ahzâb (3206); Müslim, İman
287; Buharî, Tevhid 22; İbnü’1-Esîr, Camiul-Usul, 2/ 308. Tirmizî, bu hadisin,
“Hasen-Sahîh” olduğunu söylemiştir.
[68] Abese: 80/1-2.
[69] Enfal: 8/67-68.
[70] Necm: 53/3-4.
Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 87-89.
[71] A’râf: 7/61-62.
[72] A’raf: 7/79.
[73] A’râf: 7/93.
[74] Mâide: 5/67.
[75] Yûsuf: “12/108.
[76] Kafirun: 109/1-2.
[77] FeIak: 113/1.
[78] Nas: 114/1.
[79] Resulullah (s.a.v)’e indirilen sürelerde ve ayetlerde
geçen “Kul” kelimesini, Resulullah (s.a.v) kullanmıştır.
“Kul” kelimesi, Arap dü gramerine göre,emir sığa-sıdır. Yani bununla,
Hz. Peygamber (s.a.v) kastedilmiştir. Zira bu emir sığası, Hz. Peygamber
(s.a.v)’e hitap etmektedir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v), eğer
Kur’an’dan bir şeyi gizleyecek ve saklayacak olsaydı, bizzat kendisine hitap
edilen bu kelimeleri gizlerdi. Ama Hz. Peygamber (s.a.v) böyle bir şey
yapmamıştır. Keı-disine indiği şekilde hiçbir değişiklik yapmadan insanlara
tebliğ etmiştir. îşte bu da Hz. Peygamber (s.a.v)’in güvenîrli olduğuna delalet
etmektedir.
[80] îsrâ: 17/15.
[81] Kasas: 28/59.
[82] Maide:5/19.
[83] Hicr:i5/94.
[84] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 89-94.
[85] Enbiyâ :21/51.
[86] Enbiyâ: 21/58-67.
[87] Bakara: 2/258.
[88] En’âm: 6/124.
[89] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 94-98.
[90] Enbiya: 21/83-84.
[91] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 98-99.
[92] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 99.